RAFAEL NADAL
Robin Söderling, 2009 Roma Masters turnuvasının üçüncü turunda Rafael Nadal’la karşı karşıya geleceği maç öncesinde kendinden pek emin değildi. Nasıl olabilirdi ki? İspanyol rakibi, üzerinde tenis oynanan en talepkâr zeminde, 2005’ten başlayarak benzersiz bir ‘tek adam’ düzeni kurmuştu. Daha 23 yaşına basmadan adını Guillermo Vilas, Björn Borg, Mats Wilander gibi toprak efsanelerinin arasına yazdırmış ve onların rekorlarına göz dikmişti. Üstelik hepsinden önemlisi, 2008 Wimbledon ve o yılın hemen başındaki Avustralya Açık zaferleriyle birlikte, sık karşılaştığı “Sadece toprak zeminde Grand Slam kazanabilir” savını tarihe gömmüştü.
Böylece Nadal için, Roger Federer’in gölgesinde beklediği yıllar da nihayet sona ermişti. 2009, onun ‘Toprağın Kralı’ olmaktan çıkıp tenis dünyasının tahtına kurulduğu ilk sezondu. Formunun yüksekliği ve iyi oynarken rakiplere göz açtırmayan tenisi, Söderling karşısında da kendini gösterecekti. Dünya 1 numarası o maçta, kortun karşı tarafındaki İsveçliye sadece bir oyun verdi. 6-1, 6-0’lık skor tabelası, beklentisiz bir oyuncu için dahi son derece aşağılayıcıydı. Rafael Nadal’ı kırmızı toprakta mağlup etmek için elden bir şey gelmiyordu.
2009 Fransa Açık için oyuncular Paris’e geldiğinde, aynı Robin Söderling, turnuva kurasına bakıp iç geçirmiş olmalı… Çünkü o dönemde Roger Federer dâhil herkes, potansiyel Roland Garros menzilini, Nadal ile karşılaşabilecekleri tur üzerinden hesaplıyordu. Söderling için de şafak dördüncü turdu. Bu, en azından kişisel rekoru olan üçüncü turun ötesini görebilmesi anlamına geliyordu. 23 numaralı seribaşı gereğini yaptı ve son 16’da Nadal’ın karşısına bir kez daha dikildi. Aklında bir ay önce Roma’da yaşadıkları olsa da Philippe Chatrier’ye çıkmadan önceki psikolojisini, “Sadece herhangi bir maçmış gibi düşünmek” olarak açıklıyordu. Kesinlikle ve kesinlikle, ‘Nadal’la Fransa Açık dördüncü turunda karşılaşıyorum’ düşüncesinden uzak duracaktı.
Rafael Nadal için formalite olması beklenen maç başladığında, 24 yaşındaki Söderling’in kendine verdiği sözü tuttuğunu görmek mümkündü. İsveçli oyuncu ilk seti güçlü vuruşlarla hanesine yazdırmıştı ama ne olursa olsun hâlâ imkansızın peşindeydi. Nadal, toprak slam’inde daha önce hiç maç kaybetmemiş ve buraya 31 maçlık galibiyet serisiyle gelmişti. Üstelik kaldıracağı bir sonraki Silahşörler Kupası da Björn Borg’la paylaştığı, üst üste dört Roland Garros’luk rekoru kırması demekti.
Fakat Söderling’in zihni alabildiğine berraktı. Aklına hiçbir rekorun, hiçbir sayının girmesine müsaade etmeyecekti. Müthiş kuvvetini korta yansıtmayı sürdürdü, oyunları ve ikinci setini kazandı. En sonunda, skor 2-1 Söderling lehineyken dördüncü set tie break’inde bir ilk gerçekleşti. Rafael Nadal, Fransa Açık’ta ilk maç puanını karşılamak durumunda kaldı ve bunu başardı. İkinci maç puanında vurduğu forehand vole çizginin dışına düştüğündeyse bir ilk daha gerçekleşti. 2005 yılında başlayan saltanat sona ermiş ve Nadal, Paris toprağındaki ilk mağlubiyetini tatmıştı.
La Liga ekiplerinden Real Mallorca, 1986 yılının 3 Haziran günü kadrosunu tanınmamış bir oyuncuyla takviye etti. Bu futbolcu, Mallorca Adası’nın güneydoğusundaki Manacor bölgesinden, atletik yetenekleriyle ön plana çıkan bir savunma oyuncusuydu. 20 yaşındaki Miguel Angel Nadal, hayallerinin takımıyla kariyerinin ilk büyük sözleşmesini imzalamıştı. Miguel Angel’in o gün yaşadığı mutluluğun bir sebebi daha vardı; abisi ve o dönemki menajeri olan Sebastian Nadal’ın bir erkek çocuğu olmuştu. Sebastian, bu uğurlu günde doğan ufaklığa babaları Rafael’in adını verecekti.
Mallorca’lı Miguel Angel ve Sebastian’ın bir erkek kardeşleri daha vardı. Toni, gençliğinde yetenekli ve oyun zekâsı yüksek bir tenisçiydi. Profesyonel kariyeri esnasında İspanya’nın ilk 30’una girmeyi başardı. Üstelik sadece kortta değil, masada da becerikliydi ve ülke çapında masa tenisi şampiyonlukları vardı. İki branşta devam eden sporculuk yaşamı çok uzun sürmedi. Bunun yerine işin eğitmenlik tarafına geçen Toni Nadal, bölgesinin yerel tenis kulübünde antrenörlük yapmaya başladı.
Manacor’lu orkestra şefi, ‘Don’ Rafael Nadal’ın sporculuğu seçmeyen tek oğlu Sebastian’dı. Onu yakından tanıyan herkesin anlattığı üzere Sebastian, ailesinin beyniydi. Nadal’lar adına kritik kararları hep o veriyordu. Hatta Miguel Angel’in futbol yaşamının oldukça uzun bir periyodunda kardeşinin menajeri olarak kaldı ama bu işten cebine bir kuruş girmedi. Aile içinde asla para konuşulmazdı. “Yeni bir şeyler yapmadan rahat duramıyordum” diye anlattığı dönemde, Sebastian birçok farklı iş koluna el attı. Bunlar araç alım satımı, emlak sektörü, cam üretimi, restoran işletmeciliği gibi birbirinden farklı alanlardı. DNA’sında kazanmak olan Nadal ailesinin bir ferdi olarak, o da denediği birçok şeyde hayli başarılı oldu.
Nadal’ların en büyük başarısı ise güçlü aile bağlarını korumaktı. Sebastian’ın oğlu küçük Rafael de bu izole ama mutlu ortamın bir parçası olarak çocukluğunu sürdürdü. Amcaları ve kuzenleriyle futbol oynamak, Rafa’nın en sevdiği aktiviteydi. Ailenin atletik genlerinin ona da sirayet ettiğini görmek güç değildi. Bunun üzerine Toni, onu dört yaşında raketle tanıştırdı. Küçük Nadal henüz hem forehand hem de backhand kanadında, raketini iki elle sallayabiliyordu. Bir noktada Toni, yeğenine bunun artık mümkün olmayacağını söyledi. Rafa’nın bir forehand eli seçmesi gerekiyordu. Enteresan şekilde, yazı yazarken kullandığı baskın sağ elini değil de solu seçti. Tenis oynamaya bir solak olarak devam etti.
Rafa ile Toni’nin antrenmanları uzun ve yıpratıcıydı. Eline geçen potansiyelin farkında olan amca, yeğeniyle ilgilenebilmek için diğer öğrencileriyle geçirdiği süreyi epey azalttı. Küçük Rafa yenilmekten ne kadar nefret ettiğini her an, her saniye gösteriyordu. Tenis kortunda antrenman yaparken, kuzenleriyle eğlence için bilardo oynarken ve hatta evin koridorunda çıplak ayakla maç yaparken… Bu, tarihin en büyük sporcularının yoğrulduğu zihin yapısıydı. Toni, geçmişte kendisinde olmayan bu becerilerin farkında fakat onların hâlâ işlenmesi gerektiğinin de bilincindeydi. Bu nedenle de zaman zaman Rafa’yı korkutmak pahasına, sertliğinden asla ödün vermedi.
Miguel Angel, ailenin benzer zihin yapısına sahip bir diğer ismiydi. Mallorca günleri de İspanyol devi Barcelona’nın çağrısıyla sona erecekti. Sekiz sezon formasını giyeceği Katalan ekibi ve 90’lardaki büyük turnuvalarda hep parçası olduğu İspanya Milli Takımı’nda, ‘Canavar’ lakabıyla anılmaya başladı. Kulübünün yumuşak savunma göbeğine yeni bir soluk getirmişti ama nedense kendisi bu lakaptan hiç memnun olmadı. Öyle ki The Independent’a verdiği bir röportajda, “Ben savunmadan top çıkartmayı seven klas bir oyuncuydum. Asla Goicoechea gibi rakiplerimin ayaklarına dalmadım” diyecekti. Fakat burada sözü edilen ‘canavarlık’, muhtemelen düşündüğü şey değildi. Bu, sporcu Nadal’ların kodunda olan mücadele ruhuydu.
Bir futbol aşığı olan küçük Rafa, babası Sebastian’ın yolundan giderek Real Madrid taraftarı oldu. Yine de küçüklüğü, amcası sebebiyle ezeli rakip Barcelona’nın idmanlarında geçiyordu. O günlerde dünyanın en iyi futbolcularıyla aynı havayı soluma şansı buldu. Evde olduğu zamanlarda da amatör futbol oynamayı sürdürdü. 12 yaşına kadar sahaya çıktı ve kendi yaş grubunda Balear Adaları şampiyonluğuna ulaşan takımın en golcü ismi olmayı başardı. Rafa profesyonel bir sporcu olacaktı ama önce bir seçim yapması gerekiyordu. Kararını diğer her şeyde olduğu gibi ailesiyle verdi. Kendisinden iki-üç yaş büyük rakipleri kolaylıkla yendiği tenis, ona daha büyük bir sporcu olma imkânı verecekti.
2009 Fransa Açık’ta Robin Söderling’e kaybettiği dördüncü tur maçı öncesinde, Rafael Nadal dünyanın en iyi oyuncusuydu. Maç sonu açıklamasında da “Beni Söderling’in oyunundan ziyade kendi oyunum şaşırttı” diyecek ve ânın hayal kırıklığıyla birlikte İsveçli rakibine kredi vermekten imtina edecekti. Oynadığı tenisten ziyade, Fransa Açık öncesindeki Madrid Masters’tan beri yaşadığı diz problemi gündemdeydi. Tendinit adı verilen diz sakatlığı, Nadal’ın 2009 Wimbledon’da unvan korumaya çıkmasını da engelleyecekti. Oysa bu şanssız sakatlığın temelleri yıllar öncesinde atılmıştı.
Rafael Nadal’ın 19 yaşında ilk Grand Slam şampiyonluğunu kazandığı sezondan bahsediyoruz. Sonraları yayımlanacak biyografisinde, “Çocukluk hayalim Wimbledon’dı ancak Fransa Açık’ta daha başarılı olacağımı biliyordum” diyerek itiraf ettiği gibi ilk büyük kupası Roland Garros’ta geldi. Ancak aynı yılın son bölümleri Nadal için zafer değil, matem havasında geçti. Rafa, sonbahar aylarında şiddetlenen sol ayak ağrıları üzerine sezon sonunu turnuva oynamadan geçirdi ve bunun yerine çok sayıda uzmana göründü. Teşhisin konması güç olmuş ve epey vakit almıştı ancak sonunda problem keşfedildi. Genç İspanyol’un sol ayağındaki tarsal naviküler kemiğinde tedavisi mümkün olmayan bir aksaklık vardı.
Bu noktada doktorlar, henüz başlayan kariyerin bitebileceğini dahi telaffuz etmişti. Rafael Nadal’ı düşüncelerle dolu karanlık günler bekliyordu. Sebastian Nadal kriz anında aileyi bir arada tutan isimdi. Baba Nadal’a göre hiçbir şey dünyanın sonu değildi. Oğlunu, eğer tenis kariyerine devam edemese bile golf oynayarak profesyonel sporun içinde kalabileceği fikriyle teskin ediyordu. Bu sırada problem üzerine kafa patlatan doktor ekibi bir çözüm geliştirdi: Tarsal naviküler kemiğinde daha az baskı oluşmasını sağlayacak farklı bir ayakkabı denemek… Rafa’nın uzun soluklu sponsoru Nike ve ortopedistler bir arada çalışarak ayakkabıyı geliştirdi. Fransa Açık şampiyonu, ait olduğu kortlara dönebilecekti.
Yeni ayakkabısıyla birlikte Nadal, sadece kortlara değil şampiyonların arasına da döndü. 2006’dan 2009’a kadar süren periyotta tarihte görülmemiş bir mücadele tenisi oynadı. Öyle ki karşısında, birçok otorite tarafından gelmiş geçmiş en iyi tenisçi olarak addedilen Roger Federer vardı ve genellikle o bile İspanyol rakibine cevap üretemiyordu. Fakat doktorların öngörmüş olduğu önemli bir risk de mevcuttu. Sol ayağındaki defoyu gidermek için yükseltilmiş tabanlı ayakkabıyla oynaması, Rafa’nın diz ve sırt bölgelerinde yeni sakatlıklara yol açabilirdi.
Robin Söderling maçında onu zorlayan ve 2009 Wimbledon’da oynayamamasına neden olan tendinit de bu şekilde ortaya çıktı. Kronik diz sakatlığı 2012’de Nadal’ın kariyerinden yedi ay daha çalacaktı. Ancak Nadal’ın 2009’da yaşadığı problemlerin sadece küçük bir bölümü dizindeydi. Geri kalanı en güvendiği yerde, evinde ve ailesindeydi.
Eurosport, Rafael Nadal’ın geçtiğimiz Haziran başında aldığı 10. Fransa Açık şampiyonluğunu onurlandırmak için La Decima: The Story adında bir belgesel hazırladı. Bir Grand Slam’in aynı tenisçi tarafından 10 kez kazanılması kadar istisnai bir konuyu işleyen belgeselde en dikkat çeken şey, garip bir şekilde başarının kendisi değildi. Rafa’nın Paris’te geçirdiği iki haftadan kameraya takılan ilk nokta Nadal Ailesi’nin güçlü bağlarıydı.
2009 ise bu güçlü bağların test edildiği bir yıl olmuştu. Avustralya Açık şampiyonluğuna ulaşan ve ilk kez sert kortta bir Grand Slam kazanan Nadal, Melbourne’dan evine dönerken babası Sebastian’dan inanamadığı bir haber aldı. O ve annesi Ana Maria Parera ciddi sorunlar yaşıyordu ve boşanmaları ihtimal dahilindeydi. Rafa o günleri kitabında, “Ailem benim taşıyıcı kolonlarımdı. Boşanma haberini aldığımda bu kolonların yıkıldığını hissettim” diyerek anlatacaktı.
Tenisin rekabetçiliğinden uzaklaşmak, rahatlamak ve kafa dinlemek için gittiği golf sahasında bile kaybedince çılgına dönen Rafa, içindeki tüm ateşi bir anda kaybetmişti. Aklına Manacor’da geçirdiği mutlu çocukluk geliyor, sanki bir anda her şeyi yitirmiş gibi hissediyordu. Büyük ailesinin tamamıyla arası çok iyiydi ancak anne-babası ve kız kardeşi Maria Isabel onun kutsallarıydı. Bu bütünün bozulması ihtimalini kaldıramıyordu. “Her zaman huzur bulmak için geri döndüğüm yer bir anda uzaklaştı ve soğudu” diye anımsadığı günlerde, babası Porto Cristo’daki büyük evlerinden taşınmış ve boşanma kararı yürürlüğe girmişti.Nadal ailesinin güçlü bağları, Rafa için korta dahi sirayet eden bir konfor alanı sağlıyor.
İşte bu travmatik dönemde, korttaki kimliği de tamamen değişti. Rafa, oynarken etrafına ördüğüne inandığı bir duvardan bahsediyordu. O duvarı yıllar içinde amcası Toni Nadal’la birlikte inşa etmişlerdi. Aklına kaybetme korkusu asla giremezdi çünkü duvar vardı. Hiçbir rakibinden, hatta en büyüklerinden bile çekinmezdi çünkü duvar onu korurdu. O, Nadal’ın geri çizgide oynadığı yenilmez savunma tenisini anlatan bir metafordan çok daha fazlasıydı. Duvar, Radael Nadal’ın bir sporcu olarak sahip olduğu en büyük dayanaktı. Fakat -kendi sözleriyle- bu duvarı bir arada tutan çimento da ailesiydi. Yani duvarda açılan çatlağın sebebi, 30 yılın ardından gelen zamansız boşanma haberiydi.
Aradan geçen yıllarda, Nadal Ailesi sayısız zafer ve üzüntü yaşadı. 2010, bir erkek tenisçinin üç farklı zeminde Grand Slam kazandığı tek sezondu ve Rafa standartlarında dahi muhteşem bir başarıydı. 2011, Novak Djokovic’in kendini bulup Nadal’ı üst üste mağlubiyetlerle zirveden uzaklaştırmasına tanıklık etti. 2012’nin hikâyesi ikinci büyük diz sakatlığı ve uzun bir araydı. Dolayısıyla 2013 de ikinci büyük geri dönüş oldu. 2014 ona sadece eski dostu Fransa Açık’ın kapılarını açtığı, 2015 ise Paris’in dahi anahtarını kaybettiği yıllardı. 2016 boyunca kendini aradı, 2017’de buldu.
Rafael Nadal’ın bu sezon kazandığı iki Grand Slam ve geri döndüğü dünya 1 numarası koltuğu tek bir şeyi işaret ediyor; demek ki Manacor’daki evde işler gayet yolunda gidiyor. Fakat mücadele bitmiş değil. Önümüzdeki sezon Rafa’yı belki de kortlardaki en büyük yalnızlığı bekliyor çünkü birlikte geçen 27 yılın ardından, Toni Nadal artık yeğenini çalıştırmayacak. Nadal durumu, “Sevdiğim insanlar mutluysa ben de mutluyum. O her şeyden önce amcam” diyerek olgunlukla karşılamaya çalışsa da işi hiç kolay değil. Çünkü o, tenis kortlarına adım atmış büyük şampiyonların en duygusalı ve kazanmak için duvarına ihtiyacı var.