BJÖRN RUNE BORG
4 Temmuz 1982, Monte Carlo’da bir evdeyiz. Televizyonda Wimbledon Erkekler Finali var. İki Amerikalı; John McEnroe ve Jimmy Connors karşı karşıya. O dönemin tenis atmosferine hâkim birisi bu eşleşmeyi hemen garipseyecektir. Ancak dünyanın en iyi oyuncularından ikisi oynarken sorun ne? Sorun şu ki o yıllarda Björn Borg’u içermeyen herhangi bir Wimbledon finali ilginç bir manzara. Bu, 1976’dan beri görülmemiş bir doğa olayı. Bir yıl öncesinde burada yıkıcı bir final kaybeden Björn Borg, değil son maçta, turnuvada bile yok.
Peki arka arkaya altı final ve beş şampiyonluktan sonra Borg nerelerde? Uzakta değil, Monte Carlo’daki o evde televizyonun karşısına kurulmuş durumda. Yanında eşi, Rumen eski tenisçi Mariana Simionescu ve onu bu maçı izlerken çekmeye gelmiş belgesel ekibi var. Borg, 1982 yılının ilk üç ayını tenis oynamadan geçirmişti. Bunun sebebi biraz sakatlık ve çokça da tenisten sıkılmış olması. Kendi sözleriyle; oteller, uçaklar ve bitmek bilmeyen monotonluk… Raketi eline almadan geçirdiği o üç ayın, hayatındaki en güzel dönemlerden biri olduğunu söylüyor. Tenisin kitleleri peşinden sürükleyen, rock yıldızı görünümlü İsveçlisinin en büyük hobisi, aslında balık tutmak. O üç ay boyunca da raketlerden çok, oltalarla haşır neşir.
Tabii sonunda Borg geri dönüyor. Eline raket almadığı ve hatta tenis kortu bile görmeden geçirdiği günler sonrasında, oyununda zamanlama namına pek fazla şey kalmamış durumda. Kendi bile durumu için, “Aman tanrım, ben ne yaptım?” diyor. Ancak o düzeyde bir atletin, melekelerini geri kazanması sadece an meselesi. Fakat artık onun problemi oyununda değil; problem, onu eskisi gibi -kazanmak için- motive edemeyen zihninde. Bu, kaybetmekten nefret eden bir oyuncu için çok büyük bir sorun.
Borg, bir yandan belgesel ekibine röportaj veriyor ama ara sıra gözleri uzaktaki küçük televizyona ilişiyor. O günlerde tenisle arasına koyduğu mesafeye ve hissettiği tüm motivasyonsuzluğa rağmen dudaklarından bir anda şu sözler dökülüyor: “Keşke o iki adamdan biri ben olsaydım…”
Björn Borg’un, 70’li yıllarda tenise yaptığı etkinin büyüklüğüne bakmak için şimdi biraz daha yaklaşabiliriz. O, modern dönemde tenis dünyasının çıkardığı ilk pazarlama ikonlarından ve hatta dünya çapında kendisine uzmanlarca bu amaçla yaklaşılan ilk sporculardan biri. Borg öncesi dönemde ciddi bir tenis ülkesi olarak anılamayacak İsveç’ten çıkan bir oyuncunun tenis tarihine bu denli iz bırakmasının da aslında iki farklı nedeni var; çünkü o, hem kort içinde hem de kort dışında türünün ilk örneklerinden.
1981 yılından, yani 25 yaşından sonra Borg, tekrar geçmişte olduğu oyuncuya dönüşemedi. Sadece bir turnuva oynayabildiği 1982 ve alışılmadık şekilde çok fazla maç kaybettiği 1983 sezonları onu yavaş yavaş kaçınılmaz sona itti. Israrlara rağmen kararını vermiş, emekliliğini açıklamıştı. Bunda, yıllar boyunca en üst düzeyde verdiği mücadeleler sonrası tükenmişliğinin payı vardı. Ancak tenis tarihçisi Steve Flink’e göre, bir sebebi de artık en büyük rakibi John McEnroe’ya çare üretemiyor oluşuydu. Özellikle de 1981’de ona karşı kaybettiği, ikisi Grand Slam finali olan üç maç, Borg’un çelik gibi özgüvenine hasarı vermişti. 70’lerin bir diğer sembol tenisçisi Arthur Ashe, “Björn oyundan daha büyüktü, teniste Elvis Presley veya Liz Taylor gibi bir etkisi vardı” diyerek, bu zamansız gidişin yaptığı etkiyi çok net tasvir etmişti.
Tabii ki tenis dünyasında o dönem başka parlak yıldızlar da vardı. Borg’un 1982 Wimbledon Finali’ni iç çekerek izlerken yerlerine geçmek istediği Connors ve McEnroe gibi… Mimiksiz Ivan Lendl ve Borg’un İsveç tenisine bıraktığı ayak izlerini takip eden Mats Wilander de alttan geliyordu. Yıllar, denkleme Stefan Edberg, Boris Becker ve Andre Agassi gibi fgürleri de dahil edecekti. Erkek tenisi 80’lerde tarihi bir rekabet düzeyi görecek ve en iyi on yıllarından birini geçirecekti. Borg ise bir noktaya kadar büyük bir dişlisi olabileceği bu çarkın içinde kalmamayı seçti. Emekliliği sonrası verdiği bir röportajda, “Biliyorum ki yeniden tenis oynamak için yanıp tutuşacağım. Ama antrenmanların ve seyahatlerin ne kadar zor olduğunu bildiğim için muhtemelen asla geri dönmeyeceğim” diyordu. Bir noktaya kadar da bu söylediğinin arkasında durdu; tenis kariyeri sonrasında genellikle kendi adını taşıyan giyim markasıyla anılır oldu.
Borg, zirve günlerinde öyle kusursuzdu ki 90’ların başında tahta raketi ve artık yavaşlamış bacaklarıyla yaptığı geri dönüş denemesini hiç olmamış sayabilir, burada ondan bahsetmeyebiliriz. Bu sebeple, arkasında bıraktığı “1983’te tenisi bırakmasa ne olurdu?” sorusu hep cevapsız kalacak.
Eminim ki bunun cevabını bir tek tarihin en çok Grand Slam kazanan oyuncusu Roger Federer öğrenmek istemezdi…