STEFFI GRAF
“Bazı kuşları kafese koyamazsınız. Tüyleri bunun için fazla parlaktır. Ve uçup gittiklerinde, bu gerçeğin farkında olduğunuzdan içiniz ferahlar. Yine de, yaşadığınız yer onların yokluğunda sönük ve bomboştur artık.”
Tüm zamanların en iyi filmlerinden Esaretin Bedeli’nde Red’in Andy Dufresne’i anlatırken söylediği bu sözler, konu tenis olunca, bu oyunu onunla öğrenip seven biz Y Jenerasyonu için, Steffi Graf’a ithaf edilmiş gibi geliyor. Parlak tüylerinden ve onun olmadığı bir tenis âleminin 20 yıl sonra bile hâlâ ne kadar ‘eksik’ hissettirdiğinden bahsederek söze başlarsak herhâlde herkes için ortak olan sinapslara dokunmuş oluruz. Bahsedilen kafesin ne olduğuysa Graf’ın hayatı ve kariyeri masaya yatırıldığında daha iyi anlaşılacaktır.
Tam ismiyle Stefanie Maria Graf, 1969 yılında Batı Almanya’da dünyaya geldi. Yaşamında, ya da daha doğru bir ifadeyle, Agassi’den önce Agassi’den sonra diye ikiye ayırabileceğimiz yaşantısının ilk perdesinde tamamen dominant figür olan babası Peter Graf, kızını daha üç yaşındayken tenise yönlendirdi. Peter Graf’ın özgeçmişinde tenise dair bir şey yoktu. Ne oyuncuydu ne de antrenörlük yapmıştı. Sigortacılık ve otomobil satıcılığı ile uğraşıyordu. Ama kendisinin koç, çocuğunun ise şampiyon olabileceğine dair bir inanca kapılmıştı. Ya da bir hisse, önseziye… Belki de sadece bir hevesti başlangıçta. Ama evlerinin salonundaki topa vurma seanslarıyla başlayan bu ‘uçuk proje’ kısa sürede filizlendi. Çünkü Steffi oynamayı seviyordu. Rekabet etmek hamurunda vardı. Belki tahta raketle yalnız başına topa vuran küçük bir çocuğun yaptığı şey ilk bakışta rekabet olarak görünmeyebilir. Ne var ki Graf’ı Graf yapan şeyin tam da bu olduğu anlatılagelir. Birine, bir rakibe karşı değil de kendine karşı yarışmak. Navratilova, Sanchez ya da Seles ile değil ama doğrudan kendiyle, kendi limitleriyle mücadele etmek.
Avrupa’da alt yaş şampiyonlukları kazanıp henüz 11-12 yaşlarında ismini okyanus ötesine dahi duyurur hâle gelen Steffi ilk tam profesyonel sezonunu 1982 yılında, yani 13 yaşındayken oynadı. O yıl Filderstadt’ta katıldığı turnuvada, dönemin ünlü simalarından, grand slam şampiyonu ve eski dünya 1 numarası Tracy Austin’e 6-4 6-0 yenildiği ilk tur maçı sonrası, Austin’in ağzından tenis tarihinin en meşhur incilerinden biri döküldü: “Amerika’da bu kız gibi yüzlercesi var.” 1994 Şubatı’nın bir çarşamba gününde Graf ve Austin, Graf’ın 43 dakikada 6-0 6-0 ile kazandığı bir maçta ikinci ve son kez karşı karşıya geleceklerdi. Bu iki maç arasında geçen 12 yıllık süre, vodvil tadındaki rövanşı demlemesinden ziyade, Graf efsanesinin ve aynı zamanda modern tenis tarihinin en ağır kil tabletlerini yüklenmesiyle öne çıkıyor.
Bu pencereyi açarken vurgulanması gereken nokta, Graf ilk sahne aldığında büyük işler için öyle çok hazır koşulların olmadığı. Bilirsiniz, bazen yıldızlar, bir oyuncunun bir döneme damga vurması için o kadar iyi hizalanır ki, oyuncunun yapması gereken tek şey elini uzatıp yamacına gelenleri toplamaktır. Graf, yolculuğuna başlarken WTA’in o zamana kadarki en büyük iki oyuncusu Navratilova ve Evert’ın zirvedeki irtifak hakları geçerliliğini korumaya devam ediyordu. 1984 ve 1985’te bu ikili dünya klasmanını en tepede bitirdiler. 1986’da da durum değişmedi, yalnız bir fark vardı; Graf 3 numarada, iki efsaneye nefesini enselerinde hissettirerek sezonu bitirdi. 1987 ile beraber ilk slam şampiyonluğunu Roland Garros’ta kazandı ve çok ama çok zor bir şeyi gerçekleştirerek sezon sonunda 1 numara koltuğuna oturdu. Evert’ın zamanı doluyordu ve zaten 1989’da emekli oldu. Ancak Navratilova’nın 1990’lı yılların ilk yarısında dahi ne denli önemli bir güç olarak kalmaya devam ettiğini göz önüne aldığımızda, Graf’ın henüz 18 yaşında bayrağı almasının manası berraklaşacaktır. Dahası, EvertNavratilova rekabeti ile tüm zamanların en yüksek çıtasına ulaşmış bir WTA Tur’da, Turnbull, Shriver, Mandlikova gibi güçlü veteranlar etkinliklerini sürdürürken alttan gelen Steffi’nin yaş grubunda, artezyen kuyusu gibi fışkıran bir kalite bereketi mevcuttu. Monica Seles, Gabriela Sabatini, Jana Novotna, Arantxa Sanchez, Jennifer Capriati, Conchita Martinez, Mary Pierce gibi başka dönemlerde bir araba slam kazanabilecek kalibredeki oyuncuların oluşturduğu bu havuz, belki de kadınlar turundaki en şaşaalı, en heyecan verici ve en zevkli on yıllık etabı bizlere sunacaktı.
Graf destanının bir diğer sacayağı olarak karşımıza çıkan şey, 1988 sezonunda başardıklarıdır. Aynı takvim yılında dört grand slam ve olimpiyat altın madalyası kazanmak anlamına gelen Golden Slam, ne o zamana kadar ne de o zamandan beri görülmüş olan bir şey. Tenisin profesyonelleşmesi diye izah edebileceğimiz 1968 sonrasındaki ‘Modern Dönem’ dâhilinde, aynı yıl içerisinde majör turnuvaların hepsini kazanan diğer tek oyuncu olan Rod Laver bunu 1969’da, Margaret Court ise 1970’de yapmıştı. İkisinin oynadığı dönemdeki şartların, rekabetin ve paranın Graf dönemi ile kıyaslandığında hayli iptidai kalacağı açıktır. Alman raket Avustralya Açık’ta Evert’ı, Roland Garros’ta Zvereva’yı, Wimbledon’da Navratilova’yı, Amerika Açık’ta da Sabatini’yi yenerek Laver’dan 20 yıl sonra takvim slam’ini tekrar etti. Amerika Açık’tan sadece üç hafta sonra Seul’deki olimpiyat finalinde bir kez daha Sabatini’yi yendiğindeyse adeta uhrevi bir mertebeye yükseldi.
20’li yaşlarına bile gelmeden yüklendiği bu sıradışı hamaset heybesi, Graf’ın kariyer patikasının ne olacağına yönelik net bir projeksiyon sağlıyordu hiç kuşkusuz. Öyle ki Navratilova-Evert limited şirketinin yükleniciliğiyle inşa edilen ve yıllarca hizmet vereceği düşünülen WTA Tarih Külliyesi, bu sarışın Alman mimarın elinde, iskelenin cephelerinden asla eksik olmadığı bir şantiyeye dönüştü. Steffi Graf’ın yaptıkları, Antoni Gaudi’nin Sagrada Familia’sının tenis kortunda bir temsili şeklini aldı zaman geçtikçe. Kazanılan 22 Grand Slam, her slam’i en az dört defa kazanma, 377 hafta 1 numarada kalma rekoru gibi oymalarla, kakmalarla bezediği eserini, Margaret Court’un 24 Grand Slam rekorunu kırarak tamamlaması en uygunu olurdu muhtemelen. Ancak o, tenis macerasına son dokunuşu bir sayıyla, bir istatistikle ya da bir şampiyonlukla yapmayacaktı.
1999 yılına gelindiğinde artık sakatlık problemleri yaşamaya başlamıştı. O dönemde, otuzunu dolduran oyuncuların yaş haddinden emekliye ayrılması hayatın normal akışını teşkil ediyordu. Steffi yaklaşık üç yıldır slam kazanmıyordu. Onun gibi bir idolün teatral bir vedaya ihtiyacı yoktu. Ancak tenisin onu yolcu ederken bir revü borcu olmalıydı. Bu borç, asalet ve zarafetini belki de en fazla takdir eden Fransızların önünde, 1987’de her şeyin başladığı yer olan Roland Garros’ta ödendi. Kendisinden sonra dümene geçecek Martina Hingis’i olaylı finalde mağlup edip son slam zaferini elde ettiği gün yaşananlar, stadyumdakilerin Hingis nezdinde, geçmişteki ve gelecekteki tüm tenis seyircisi adına Tracy Austin’e 17 yıl sonra verdiği müşterek bir cevap gibiydi: “Graf gibisi asla olmayacak.”
Sadece iki ay sonra, dizindeki sorun sebebiyle aktif sporculuk hayatına son verme kararı aldı ‘Fraulein Forehand.’ Wimbledon’da final görmüştü ve klasmanda 3 numarada yer alıyordu. Kariyerini en az iki-üç yıl daha sürdürmesi, Margaret Court’un slam rekorunu kovalaması düşünülebilirdi. Zira zamanın ve tedavinin halledemeyeceği çapta bir fiziksel sakatlığı da yoktu. Ama mesele fiziksel değil, ruhsal ve zihinseldi. Graf oynamayı ve yarışmayı seviyordu ama profesyonel olmanın, hele de bulunduğu statüde bir profesyonel olmanın kendisini mahkûm ettiği hayattan nefret ediyordu. Mizaç itibarıyla son derece çekingen, içe dönük ve utangaç bir insandı. Aile dostları Hans Jürgen Pohmann, Steffi’yi anlatırken ünün getirdiği tüm sorumluluklardan nefret ettiğini söylüyor. Birlikte çiftler oynadığı Sabatini, o deneyimden “Çiftlerin özü iletişim kurmaktır. Bizim aramızda iletişim namına herhangi bir şey yoktu, çünkü Steffi iletişim kuramıyordu” diye bahsediyor. Otoriter ve kontrol hastası babasının kendisini bir makineye dönüştürmesi nedeniyle en büyük onurları kazanırken bile mutluluk pozları verememiş, kendi ifadesiyle mutlu olmayı becerememiş, hayatındaki kararlar o yaşına kadar hep başkaları tarafından verilmiş bir genç kadının ruhunda açılan yaraların sonucuydu emeklilik kararı, öğleden sonraları sızlayan dizlerden ziyade. Steffi’ye sahip olduklarının tümünü veren; onu hayatı boyunca kuşatan, nefessiz bırakan şeyle aynıydı çünkü. Fotoğraf çekmekten, sanat eserlerinden, müzelere gitmekten hoşlanan bu parlak tüylü kuşun hapsolduğu kafesti işte tenis.
Vincent van Gogh kardeşine yazdığı mektuplardan birinde şöyle der: “Bizi neyin kuşattığını, sınırladığını, toprağa gömdüğünü bilmek her zaman mümkün değildir. Yine de birtakım bariyerler, kapılar, duvarlar olduğunu hissederiz. Acaba bunlar birer yanılsamadan mı ibarettir? Bence hayır. Ve sonra şöyle deriz: ‘Tanrım, sonsuza kadar bu şekilde mi devam edecek?’ Bizi bu esaretten ne azat eder biliyor musun? Çok derin bir sevgi. Arkadaş olmak, kardeş olmak, aşk. İşte bunlar zindanın kapısını yüce bir güçle, bir sihirli kudretle açar. Aksi takdirde parmaklıklar ardında kalmaya devam ederiz.”
Graf’ı sıkıştığı kafesten çıkaranın, Van Gogh’un bu satırlarını, otobiyografisi Open’a önsöz olarak seçen Andre Agassi olması, bu öyküyü en iyi şekilde tamamlıyor. 1999 Wimbledon’da başlayıp iki yıl içinde evliliğe uzanan birliktelikleri, hem daima kendilerini aradıkları labirentten çıkış bileti olarak kişisel tarihlerine hem de dört grand slam’in tamamını ve olimpiyat tekler altın madalyasını kazanmayı başarmış yegâne iki oyuncunun olasılıksız aşkı olarak tarihe geçen kusursuz bir retoriği sembolize ediyor.
Stefanie Graf bugün 50 yaşında. Agassi ve iki çocuğuyla hayal ettiği hayatı yaşıyor. Tenis onun yokluğunda daha sönük. Ve Tracy Austin hâlâ tarihin en yanlış önermesinin sahibi.